25 Ekim 2007 Perşembe

Altin Pencereli Ev

ÇOK SENELER önce küçük bir çocuk her akşam bir tepeye çıkar, vadinin öbür ucunda yükselen tepenin zirvesindeki evin altın pencerelerine bakardı. Bu pencereler, batan güneşin ışınlarının altında, karanlık basıncaya kadar pırıl pırıl yanarlardı. Çocuk, bu altın pencereli evi yakından görmek için yanıp tutuşmaktaydı.
Bir gün, altın pencereli eve gitmek için babasından izin aldı. Koşa koşa vadiyi aştı. Altın gibi parıldayan pencereleri yakından görme isteği, onun karanlığın bastığını farketmesini önlüyordu.
Altın pencereli eve varmak için tırmanması gerektiği tepe pek dikti. Çocuk, nefes nefese yarı yola geldiği sırada, yorgunluktan yere çökerek uyuyakaldı.
Uyanınca, çok vakit kaybettiği için, acele etmes gerektiğini anladı. Bu arada gece de olmuştu. Çocuk tırmanmaya devam etti.
Şafak söktüğü ve güneş parlak tepenin üzerinde belirdiği zaman, çocuk çektiği yorgunluğun ve içini kemiren hasretin mükafatını gördü. Altın pencereli eve gelmişti... Bunca zamandır aradığı evi, garip şekilli çatısından tanıdı.
Fakat, evin pencereleri bildiğimiz camdandı. Hiçbiri parlak ve altından değildi. Hatta, toz içinde olduklarından, donuklaşmışlardı.
Çocuk hayretler içinde kalmıştı. Acaba altın pencereli ev bir rüya mıydı diye düşünmeye başladı. Bu düşünce ile altın pencereli eve arkasını dönüp vadinin öbür tarafındaki kendi evinin bulunduğu tepeye bakınca, gözlerine inanamadı. Altın pencereli ev oradaydı! Kendi evinin pencereleri, üzerlerine akseden doğu güneşinin ışınlarıyla altın gibi parlıyordu.

(Will Judy)

Sihirli Sozler

BİR ÇİFTÇİNİN karısı, senelerce en ufak bir şikayette bulunmadan ev işi görmüş, yemek pişirmişti.
Bir gün sofraya ineklere yedirilen ve yemek artıkları ile bolca sudan yapılan koca bir tas yal koydu.
Başta kocası olmak üzere, çoluk çocuk herkes bir anda bağırıp çağırmaya başladılar. Onların bağırmalarını bir süre dinleyen kadın, ellerini belinin üzerine koyup, öfkeyle yüzlerine baktı ve şöyle dedi:
"Neden kızıyorsunuz? Şu kadar senedir, sizden yemekle yal arasındaki farkı anladığınızı gösteren en ufak bir söz duymadım ki!"

(O. Channing Pullock)

15 Ekim 2007 Pazartesi

Odunc Kriko

BİR ADAM çok sinirli bir şekilde, avukat arkadaşının bürosundan içeriye girdi.
"Başım dertte" dedi. "Karşı komşular bir aylığına tatile gidiyorlar ve iki azman köpeği evde kilitleyecekler. Güya bir kadın her gün gelip onlara yiyecek verecek. Eğer unutmassa tabii. Bu arada köpekler yalnız kalacak, gündüz havlayacak, gece de uluyacaklar. Ben uyuyamayacağım, sinirlerim bozulacak. Ve bir gece artık dayanamayıp ikisini de vuracağım. Komşularım geri döndüklerinde ise, bu sefer kızıp beni vuracaklar..."
Avukat, sinirli dostunun omzunu okşayarak:
"Sana bir hikaye anlatayım" dedi. "Eğer daha önce duymuşsan sözümü kesme, çünkü tekrar dinlemen senin için faydalı olacak."
Avukatın anlattığı öykü, şöyleydi:
"Bir adam gece yarısı şehrin dışında arabasıyla gidiyordu. Birden lastiği patladı. Lastiği değiştirmek için bir kriko gerekiyordu, ama krikosu yoktu. Kendi kendine:
'Bir kriko lazım' dedi.
Uzakta bir ışık gördü ve şöyle düşündü:
Talihim varmış. Çiftçi uyumamış. Kapıyı çalar, başıma geleni anlatır, 'Bana ödünç bir kriko vermek lütfunda bulunur musunuz?' derim. O da 'Hay hay arkadaş! Al, işini gör, fakat işin bitince geri getir' der.
Adam eve doğru yürümeye başladı. Fakat biraz ilerlemişti ki, ışık söndü. Bu işe canı sıkılan adam kendi kendine şöyle düşündü:
Şimdi adam yattı. Rahatsız ettiğim için kızacak ve belki alet için bir miktar para isteyecek. Ben de, 'Pekala, bu insanlığa yakışmaz; ama size çeyrek dolar veririm' diyeceğim. O da 'Hem gece yarısı beni yataktan kaldıracak, hem de çeyrek dolar vereceksin ha? Ya bir dolar verirsin veyahut gider, başka yerde ararsın krikoyu' diyecek.
Bu sırada adam kendi kendine iyice öfkelenmişti. Bahçe kapısına geldi ve mırıldandı:
'Bir dolar ha! Pekala, sana bir dolar vereceğim; ama bir tek kuruş daha vermem. Ah, şu kaza olmasaydı, kriko da lazım olmayacaktı. Zararı yok, şimdi istediğin parayı vereceğim. Yalnız, bunun düpedüz bir dolandırıcılık olduğunu unutma!'
Bu düşüncelerle evin kapısına varmıştı. Kapıyı hızlı hızlı ve şiddetle vurdu. Çiftçi kapının üzerindeki pencereden başını uzatarak aşağı seslendi.
'Kim o? Ne istiyorsun?'
Adam durdu ve kapıya bir yumruk daha indirdikten sonra bağırdı.
'Senin de, krikonun da canı cehenneme! Malın sende kalsın!'"
Biraz önce sinirden ne yapacağını bilemeyen adam, avukatın anlattığı hikaye karşısında katıla katıla gülmekteydi.
Gülmesi geçince:
"Anladım dostum" dedi. "Benim yaptığımın da bundan hiç bir farkı yok!"
"Kesinlikle" diye cevap verdi avukat. "Meseleleri sakin bir şekilde halletmek varken, kendi kendilerine olmadık şeyler düşünüp belki de hiç olmayacak türlü türlü olumsuzlukları birbiri ardına takarak bana akıl danışmaya gelenlerin sayısını bilsen, hayret edersin."
Ve ekledi:
"Çoğu insan, kör bir hiddet yüzünden, yanından kolayca engellere çarpıp kalıyor."

(J. P. McEvory)

14 Ekim 2007 Pazar

Birlik Olmak

BİR ZAMANLAR, ülkelerden birinin kralı, sürekli birbiriyle kavga eden, geçimsiz üç oğlunu ülkesinin üç ayrı kesimine yollamış ve:
"Bana en değerli armağanı getiren kim olursa, tahtımı ona bırakacağım" demiş.
Kardeşlerden biri, ülkenin gizemli doğu kısmında, halı tüccarları arasında bulmuş kendisini. Gücünü göstermiş. Bileğinin hakkıyla, bir uçan halı sahibi olmuş.
Öbür kardeş ise düelloda kılıcını konuşturmuş ve babası için gizemli bir dürbün kazanmış. Bu öyle bir dürbünmüş ki, sahibinin istediği yeri ve kişiyi gösteriyormuş.
Usta bir ok atıcısı olan en küçük kardeş ise, gittiği yerde bir ustalık sınavından geçmiş. Becerisini görmek üzere, bir çocuğun başının üzerine koydukları elmayı vurmasını istemişler. Başarırsa, 'hayat elması'nı kazanacakmış. Bu elma, her derde devaymış, her hastalığı iyileştirirmiş. En küçük kardeş, çocuğu da vurabilirim korkusuyla kan ter içinde kalsa da, elmayı kazasız belasız tam ortasından vurmayı başarmış.
Bu sefer, kendisine:
"O kadar ustaysan, çocuğun başı üzerindeki elmayı gözlerin kapalıyken vur ki hayat elmasını kazanasın" demişler.
En küçük kardeş düşünüp taşınmış, vazgeçmiş oku atmaktan. Neticede, işin ucunda bir çocuğun hayatı varmış.
Bunun üzerine, çevresindekiler:
"Tam kaybettiğini sanırken kazandın" demişler. "Her ne pahasına olursa olsun kazanmak istemedin. Hayat elması artık senin."Küçük kardeş de, babası için bu değerli elmayı yola koyulmuş.
Üç kardeş, ülkelerine dönmek için önceden konuşup sözleştikleri yerde buluşmuşlar. Biraraya geldiklerinde, babaları için aldıkları hediyeyi birbirlerine göstermişler.
Kardeşlerden biri, övünerek dürbünü göstermiş. Hepsi merakla dürbüne bakıp saraylarını görmek istemişler. Bir de bakmışlar ki, babaları ölüm döşeğinde.
Hemen nasıl gideceklerini düşünmüşler. Büyük kardeş, uçan halısına buyur etmiş onları. Saraya vardıklarında ise, babaları en küçük kardeşin verdiği hayat elmasını yiyerek iyileşmiş.
Böylece, üç geçimsiz kardeş yalın bir gerçeği anlamışlar: Birlik olmak, ayrılmaktan iyidir.

(yazarı bilinmiyor)

10 Ekim 2007 Çarşamba

Sessiz Ders

BİR BİLGENİN ders halkasının müdavimlerinden biri, nice seneler sonra, halkayı terketmişti. Haftalar aylar geçip adam ortalarda gözükmeyince, bilge kişi kendisini ziyarete karar verdi.
Mevsim kıştı, adam evde yalnızdı ve evin salonundaki büyük ocakta gürül gürül odun yanıyordu.
Bilgenin kendisini niye ziyaret ettiğini tahmin eden adam, üşümüş olan bilgeyi ocağın başına davet etti, kendisi de birşeyler ikram etmek için mutfağa yöneldi.
Ocağın yanıbaşına oturan bilge, gelen ikramı kabul etti, fakat adama hiç birşey demedi. Sanki adam evde yokmuş, sanki kendi evinde tek başına oturuyormuş gibiydi. Bütün dikkatini ocağa vermiş gözüküyordu.
Bilge, birkaç dakika sonra sonra maşayı aldı, iyice köz haline gelmiş odunlardan birini ocağın bir kenarına koydu. Sonra minderine oturdu. Hala birşey söylemiyordu.
Kenara konmuş olan közün ateşi yavaş yavaş azaldı, sonra da söndü. Odada çıt çıkmıyordu. İlk baştaki selamlama hariç, bir kelime bile konuşulmuş değildi.
Bilge, gitmeye hazırlanırken, sönmüş közü aldı ve yeniden ateşin ortasına koydu. Köz, ateşle ve yanan odunların ısısıyla çabucak parladı.
Bilge ayrılmak için kapıya yöneldiğinde, ev sahibi:
"Sebeb-i ziyaretinizi anlıyorum" dedi. "Ateş dersiniz için de teşekkür ederim. Bundan sonra sohbetlerinizi hiç aksatmayacağım."

(yazarı bilinmiyor)

Sutannenin idami

ESKİ ÇİN'DE Hou adında zalim bir imparator vardı. Hou'nun kendisini eğlendirsin diye yanından ayrılmadığı Tung Fang adında bir de mizahçısı vardı. Tung Fang akıllı bir adamdı. Zalim imparatorun keyfi yerinde iken kimseye zulmetmediğini bildiğinden, kendi yaptığı işin ülke için çok önemli olduğunu düşünüyordu.
Günlerden bir gün, zalim imparator Hou, küçük bir meseleden dolayı kızdığı sütannesini de idama mahkum ettirdi. Zavallı yaşlı kadın telaş içinde Tung Fang'a koşarak, kendisine yardım etmesi için yalvardı.
Tung Fang:
"Biliyorsun," dedi, "imparator çok hain ve kötü kalplidir. Eğer bu mesele üzerine birisi kendisine birşey söylerse, sonuç hiç iyi olmaz, muhakkak idam edilirsin. En iyisi, seni idam sehpasına götürürlerken bana yalvaran gözlerle bak. Belki ben o zaman çaresini bulurum.
"Sütanne söyleneni yaptı ve idam günü sarayın bahçesinden idam edilmek üzere geçirilirken yalvaran gözlerle Tung Fang'a baktı. Nöbetçiler yaşlı kadını çeke çeke sürüklerken, salonda Tung Fang'ın sesi çınladı:
"Haydi yürü yaşlı kadın! Ne diye öyle yalvaran gözlerle bakıyorsun. İmparatorumuz senin onu emzirdiğini hatırlayamayacak kadar büyüdü!"
Bu sözleri duyar duymaz, imparator yaptığı hatayı anladı ve sütanneyi bağışladı.
(yazarı bilinmiyor)

Kucuk Civata

DEV BİR TRANSATLANTİKTE iki levhayı birbirine bağlayan küçük bir civata vardı. Bu civata bir zaman sonra koca gemide kendisinin önemsiz ve değersiz bir ayrıntı olduğunu düşünmeye başladı. Bu düşünceyle gelen can sıkıntısı, onu gevşeyip kopup gitmeyi planlama noktasına kadar getirdi.
Civatadaki sıkıntılı ruh hali kısa bir süre sonra diğer civatalara da sıçramış, hepsi de "sıkıldık artık" diye söylenmeye başlamışlardı.
Civataların durumu geminin demir kaburgalarına ulaştığında, hepsi, titreyerek:
"Ne olur yapmayın" diye yalvardılar. "Küçüklüğünüze bakıp vazifenizi de küçük sanmayın."
Sonunda, geminin bütün parçaları biraraya gelip küçük civataya bir elçi gönderdiler. Küçük civata yerinde kalmalıydı. Aksi takdirde, gemi parçalanacak ve okyanus aşılamayacaktı!
Küçük civata kendi önemini anlayıp yerinde kalmaya karar vermiş olmalı ki, gemi yolculuğunu bitirip salimen limana ulaştı.

(Rudyard Kipling)

Huzur Nerede

GÜNLERDEN BİR GÜN, halkı tarafından çok sevilen bir kral, huzuru en güzel resmedecek sanatçıya büyük bir ödül vereceğini ilan eder. Yarışmaya çok sayıda sanatçı katılır. Günlerce çalışır, birbirinden güzel resimler yaparlar. Sonunda eserleri saraya teslim ederler.
Tablolara bakan kral sadece iki resimden hoşlanır. Resimlerden birinde sükunetli bir göl vardır. Göl, bir ayna gibi, etrafında yükselen dağların görüntüsünü yansıtmaktadır. Üst tarafta pamuk beyazı bulutlar gökyüzünü süslemektedir. Resme kim baksa, onun mükemmel bir resim olduğunu söylemekten kendini alamaz.
Diğer resimde de dağlar vardır. Ama, engebeli ve çıplak dağlar... Üst tarafta öfkeli bir gökyüzünden yağmurlar boşanmakta, şimşekler çakmaktadır. Dağın eteklerinde ise köpüklü bir şelale çağılmaktadır. Kısaca, resim hiç de huzurlu gözükmemektedir.
Fakat, kral resme bakınca şelalenin ardında, kayalıklardaki çardaktan çıkan minnacık bir çalılık görür. Çalılığın üstünde, anne bir kuşun örttüğü küçük bir kuş yuvası gözükmektedir. Kulakları sağır eden bir gürültüyle akan suyun orta yerinde, anne kuş yuvasını kurmakla meşguldür.
Harika bir huzur ve sükun örneği...
Ödülü ikinci resim kazanır. Kralın açıklaması şöyledir:
"Huzur, hiçbir gürültü veya sıkıntının olmadığı yer demek değildir. Huzur, bütün bunların içinde bile, kalbimizin sükun bulmasıdır."

(yazarı bilinmiyor)

8 Ekim 2007 Pazartesi

Verme Sanati

BELDELERDEN BİRİNDE, her beldede bir örneğine rastlanan zengin ama cimri bir adam vardı. Herkesin kendini cimri diye bilmesinden rahatsız olan adam, bir gün o beldenin bilge kişisine gidip dert yanma ihtiyacı hissetti.
"Niye herkes benden nefret ediyor, anlamıyorum" dedi cimri. "Halbuki, öldükten sonra malımın bir kısmını hayır hasenat işlerine bırakacağım diye söz vermiştim. Bunu duymayan da kalmadı."
Bilge kişi, adamın sözleri üzerine bir müddet sessiz kaldı. Sonra:
"Sana bir öykü anlatayım" dedi. "Domuz ile ineğin öyküsünü..."
"Tamam" dedi cimri, "anlat bakalım."
Bilge kişi öyküsüne başladı:
"Bir gün, çiftliğin birinde bir domuz komşu ahırdaki ineğe insanların kendisini hiç sevmediğini dert yanmaya başlamış.
'Senden ise' demiş, 'hep güzel sözlerle bahsediyorlar. Anlıyorum; sen onlara süt veriyorsun. Ama ben onlara daha da fazlasını veriyorum. İnsanlara etimi veriyorum, derimden ayakkabı yapılıyor. En iyi fırçalar da benim kıllarımdan yapılır. Hala daha beni niye sevmezler, anlamıyorum?'
İnek, üzüntü içindeki domuza bir müddet öylece baktıktan sonra:
'Belki de' dostum dedi, 'sen bütün bunları insanlara ancak öldükten sonra verdiğin halde, ben verdiklerimi hayatta iken verdiğimden.'"

(I. Bergman)

7 Ekim 2007 Pazar

Bakis Acisi

BİR GÜN, zengin bir baba küçük oğlunu ücra bir köye götürerek insanların ne kadar fakir olduklarını göstermek istedi.
Köyde, fakir bir ailenin yanında bir gün bir gece geçirdiler.
Şehre, kendi konforlu evlerine geri döndüklerinde, baba:
"Gezi nasıldı?" diye sordu.
"Çok iyiydi baba!"
"Gördün mü insanların halini?"
"Evet."
"Neler öğrendin peki?"
"Onların sahip olduklarıyla bizimkileri karşılaştırdım baba" dedi çocuk. "Bizim evimizde bir köpek var, onların dört tane. Bizim bahçenin ortasına doğru uzanan bir havuzumuz var, onların ise uzun dereleri. Bizim bahçede ithal lambalarımız var, onların ise sayısız yıldızları. Bizim çimenlerimiz bahçe duvarına uzanıyor, onlarınki ise ufka kadar."
Çocuk konuşmasını bitirdiğinde, babası bir şey söyleyemedi.
Çocuk devam etti:
"Ne kadar fakir olduğumuzu gösterdiğin için teşekkür ederim babacığım!"

(yazarı bilinmiyor)

Ogul

ZENGİN BİR ADAM ve oğlu dünyanın değerli sanat eserlerini toplamayı seviyorlardı. Kolleksiyonlarında Picasso'dan Raphael'e kadar birçok meşhur sanatçının nadide tabloları vardı. Baba oğul zaman zaman köşklerinde birlikte oturur, satın aldıkları sanat eserlerini dikkatle ve hayranlıkla seyredi yorumda bulunurlardı.
Vietnam Savaşının çıktığı sıralar, oğul savaşa gitti. Kendisi cesur ve mert biriydi ve bir çatışmada yaralı arkadaşını kurtarmaya çalışırken vurularak öldürüldü. Babası önce ölüm haberini, sonra oğlunun naaşını aldı ve hayattaki tek oğlunu büyük bir üzüntüyle toprağa uğurladı.
Yaklaşık bir ay sonra, bir akşam üzeri, adamın evinin kapısı çalındı. Elinde büyük bir paket ile bir genç duruyordu.
"Efendim, siz beni tanımazsınız" dedi genç adam. "Oğlunuzun hayatını kurtardığı asker benim. O gün oğlunuz birçok hayat kurtardı ve kalbinde mermi isabet etmişken beni güvenli bir yere taşıdı ve hemen sonra öldü. Sürekli sizden ve sanatı ne kadar çok sevdiğinizden bahsederdi" dedi.
Genç adam elindeki paketi adama uzattı:
"Bunun önemli olmadığını biliyorum" dedi. "Büyük bir sanatçı değilim. Fakat oğlunuzun bunun sizin olmasını isterdi."
Baba, paketi aldı ve açtı. Oğlunun, genç adam tarafından yapılmış portresiydi bu. Baba çok duygulandı ve gözünden yaşlar akmaya başladı. Genç adama teşekkür etti ve ona yaptığı portre için para teklif etti.
"Hayır efendim" dedi genç adam. "Oğlunuzun benim için yaptıklarını ödeyemem. Bu, bir hediye" dedi.
Adam portreyi salonlarının tam ortasına astı. Evine misafir geldiği günlerde onlara, önce oğlunun portresini, daha sonra sanat değeri yüksek olan değerleri gösteriyordu.
Birkaç sene sonra adam öldü. Resimleri için büyük bir müzayede oldu. Birçok zengin ve nüfuzlu kişi müzayedeye katılıp bu eserlerden hiç olmazsa birini satın alma heyecanını taşıyorlardı.
Müzayedeci açılışı yaptı.
"Bay X'in oğlunun portresiyle müzayedeyi açıyoruz" dedi. "Bu resim için ne kadar veriyorsunuz?"
Müzayede salonunda sessizlik hakimdi. Odanın arkasından birisi bağırdı:
"Meşhur tabloları görmek istiyoruz. Bu portreyi geçin."
Fakat müzayedeci ısrar etti.
"Bu resim için ne kadar veriyorsunuz?"
Sinirli bir sesin:
"Bu resmi görmek istemiyoruz. Van Gogh'un, Rembrandt'ın tablolarını görmek istiyoruz!" diye bağırdığı duyuldu.
Fakat müzayedeci devam etti:
"Bay X'in oğlunun portresi! Alan yok mu?"
Sonunda, odanın gerisinden bir ses duyuldu. Bu, vefat etmiş adamın uzun zamandır yanında çalışan bahçıvanının sesiydi:
"Bu tablo için on dolar veriyorum."
Fakir bahçıvanın gücü bu kadarına yetmişti.
"On dolar veriyorlar. Yok mu artıran?"
Kalabalık öfkelenmeye başlamıştı. Bay X'in oğlunun portresini istemiyorlardı. Kolleksiyonları için büyük yatırım olacak eserler istiyorlardı.
Müzayedeci tokmağını vurdu:
"Satıyorum. On dolara saaaaatttım."
İkinci sırada oturan adamlardan biri bağırdı:
"Diğer tablolara geçelim."
Müzayedeci oturumu kapattı.
"Üzgünüm, ama müzayede bitti" dedi. "Bu müzayede için çağrıldığımda, bana vasiyetin gizli şartı söylendi. Bu ana kadar bu şartı açıklamama izin verilmemişti. Sadece oğlunun portresi müzayedeye dahildi. Bu portreyi kim alırsa, diğer bütün tablolar onun olacaktı!"

(yazarı bilinmiyor)

Texas'in Malsahibi

AMERİKAN TARİHİNİN en garip şakası, 1881 sonlarının bir gecesi başlamıştı. O gece, altmış yaşında bir yabanöküzü avcısı olan Hiram Johnson, son beş dolarını kumarda kaybetmişti. Sonradan hayal kırıklığını belli etmemeye çalıştıysa da, kimseyi aldatamadı. On yıldan beri, Missouri ovasını terkedip çiftlik çubuk sahibi olmak üzere para biriktirmiş; fakat hepsini kumarda heder etmişti.
Onun üzgün halini gören bir celep, Sam Harris, arkadaşlarına göz kırptıktan sonra, kendisini alaya aldı:
"Hiram" dedi, "bütün paranı kaybetmen beni çok üzdü. Bunun için öteden beri arzuladığın gibi bir çiftliğe kavuşmanı sağlayacağım."
Sam Harris, bu girizgahtan sonra, Meksika hükumeti tarafından babasına bağışlanan araziyi poker oyunları sayesinde nasıl genişlettiğini anlattı. Şimdi Sam bu araziyi ihtiyar Hiram'a hediye etmek niyetindeydi. Ciddiyetini hiç bozmadan, Hiram'ı Texas hükumetinin sahibi kılan bir vesika imzaladı.
Normalde, Hiram'ın bir-iki hafta içinde meselenin içyüzünü anlaması gerekirdi. Ama Sam Harris'in bütün tanıdıkları şakayı uzun müddet yaşatmak üzere elbirliği ettiler. Hiram'ın ovalarda ve yaylalarda geçirdiği sonraki on yıl boyunca rastladığı her kovboy, omuzuna vurduktan sonra, ona Texas'ın ahvalini soruyordu. Zaman zaman tanıdıkları Hiram'ı aralarına alıyor ve Texas'a sahip olduğuna göre kendine bir ünvan seçmesi gerektiğini söylüyorlardı. Ona 'Kral' yahut 'Cumhurbaşkanı' ünvanını teklif edenler oldu. Fakat Hiram düşünüp taşındıktan sonra 'Malsahibi' ünvanında karar kıldı.
1891'de Hiram'ın artık Texas'a gitme kararını verdiğini duyan Sam Harris telaşa düştü. Fakat, arkadaşının engelleme çabalarına aldırmayan Hiram yola düştü. İlk uğradığı Doğu Texas'taki bir şehirde aldatıldığının farkına varması beklenirdi. Fakat macerasını daha ihtiyar gelmeden duyan bu şehrin ahalisi, onu bağrına bastı. Ekinlerden bebeklere varıncaya kadar her mesele kendisine danışıldıktan sonra, Hiram, 'kiracılarına' tarlalarında yardım etti. Batıya doğru yoluna devam etmeden önce de, bu yeni dostlarına, öteden beri sahip oldukları araziyi hediye etti.
Texas'ı dolaştığı müddetçe, Hiram, herkese yardım ettiği gibi, anlattığı hikayelerle çocukları da sevindirdi. Bir bölgeyi terketmeden önce de, toprak parçalarını, üzerinde yaşayanlara hediye etmekten geri kalmadı.
Hiram'ın Texas seyahati iki yıl sürdü. Nihayet, 1893 yılının bir sonbahar günü, San Angelo civarındaki bir çiftliğin tavuklarını besledikten sonra, istirahat etmek için parmaklıkların yanına çöktü. Bir müddet sonra, dudaklarında tatlı bir gülümseme ile son nefesini verdi.
Hiram'ın ölümü, bütün Texas'lıları üzdü. Zira o, basit bir şakayı unutulmaz bir efsaneye dönüştürecek kadar saf kalbli ve iyiniyetli bir insandı.
Cenaze merasimi için, Texas'ın her köşesinden para aktı. Mezartaşının üzerindeki ibareyi hazırlayan ise, bizzat Sam Harris oldu:
"Texas'ın malsahibi Hiram Johnson burada yatıyor. O, bugüne kadar yaşamış malsahiplerinin en cömerdiydi."

(Pageant dergisinden)

Kar Nerede

EMEKTAR bir restoran sahibi, yıllardır muhasebesini kendi bildiği gibi tutardı. Ödeyeceği hesapları kasanın sağına koyduğu bir şeker kutusunda, günlük gelirini kasada, ödediği bedellerin makbuzlarını sağ taraftaki başka bir kutuda saklardı.
En küçük oğlu ticaret okulunu bitirip diplomalı muhabeci olunca, babasının bu ilkel metodlarına karşı hem şaşırmaya, hem de onları yanlış bulmaya başladı.
Nihayet, bir gün:
"Bu işi nasıl yürütebiliyorsun, anlayamıyorum" dedi. "Karının ne olduğunu nasıl hesaplıyorsun?"
Babası:
"Dinle oğlum" diye başladı cevabına. "Memleketimden buraya geldiğimde tek servetim üzerimdeki pantolondu. Bugün ağabeyin doktor, sen muhasebecisin, kızkardeşin ise öğretmen. Annenle benim güzel bir arabamız, şehirde ve köyde birer evimiz var. İşimiz devam ediyor, borçlarımız yok. İşte, bütün bunları toplayıp sırtındaki paltoyu çıkar, o zaman karımı bulursun."

(yazarı bilinmiyor)

3 Ekim 2007 Çarşamba

Kizildeniz

YAŞLI BİR CİMRİ, ünlü İngiliz ressamı William Hogarth'tan Firavun'un ordusunun Kızıldeniz'de boğulmasını gösteren tarihi bir resim yapmasını istemişti. Fakat, teklif ettiği para o kadar gülünç idi ki, Hogarth bunu kabul etmedi. Uzun bir pazarlıktan sonra, ikisinin ortası bir fiyatta anlaştılar ve ressam parayı peşin istedi. Cimri, zor da olsa buna razı oldu.
Hogarth birkaç hafta sonra resimi kendisine gönderdi. Çerçevelenmiş tuval baştan aşağı kırmızıya boyanmıştı. Büyük bir şaşkınlık geçiren ve kızan adam, hemen Hogarth'ı aradı ve bu durumu açıklamasını istedi.
Hogarth:
"Ne oldu? Yoksa resimi beğenmediniz mi?" diye sordu.
İhtiyar cimri öfkeden soluyarak:
"Beni aldattınız!" diye bağırmaya başladı. "Nerede İsrail oğulları?"
"Onlar denizi geçtiler."
"Peki ya Firavun'un ordusu?"
"Onlar da boğuldular."
"Ya bu kırmızı renk?"
Hogarth cevap verdi:
"O da Kızıldeniz efendim."

(Humorous Anecdotes'tan)

Paris'ten Sevgilerle

EYFEL KULESİ denilince, İngiliz şair William Morris'le ilgili şöyle bir olay anlatılır:
Paris'e yaptığı son gezisinde Morris, vaktinin büyük bir kısmını Eyfel kulesindeki lokantada geçirmiş. Yemeklerini orada yemiş, yazılarını orada yazmış. Fakat, bir dostu kendisine:
"Kule galiba sizi herkesten çok cezbediyor" deyince, Morris şu cevabı vermiş:
"Ne münasebet! Koca Paris'te o çirkin demir yığınını görmediğim tek yer burası da onun için burada oturuyorum."

(yazarı bilinmiyor)

2 Ekim 2007 Salı

Onyedi Deve

BİR ZAMANLAR, üç erkek evladı olan yaşlı bir Arap yaşarmış. Adamcağız, ölüm döşeğinde çocuklarını etrafına toplamış ve:
"Evlatlarım" demiş, "ben bu dünyadan gidiciyim. Arkamdan birbirinizle çekişmeyesiniz diye, malımı mülkümü şimdiden aranızda ben paylaştırmak istiyorum."
Daha sonra, adam malının yarısını en büyük oğluna bırakmış. Ortanca oğluna üçte birini, en küçük oğluna dokuzda birini vermiş.
Adam öldüğünde, çocuklar babalarının mallarını toparlamışlar. Kalan miras, onyedi deveden ibaretmiş.
Bu durumda, çocuklar bunu babalarının istedikleri şekilde nasıl taksim edeceklerini düşünmeye başlamışlar. İşin içinden çıkamayınca da, çocukluk yıllarından beri babalarının arkadaşı olan başka bir ihtiyara danışmayı kararlaştırmışlar.
Adam:
"Biliyorsunuz, ben fakir biriyim" dedi. "Yalnız bir devem var. Ama madem ki siz bu miras taksiminin içinden bu şekilde çıkamıyorsunuz, bu bir deve de sizin olsun."
Adam, develeri bu şekilde onsekize tamamladıktan sonra, dokuz deveyi, babanın vasiyeti uyarınca en büyük oğula vermiş. Ortanca oğula ise, üçte bir hisseyi, yani altı deveyi ayırmış. En küçük oğula da, dokuzda bir hissesi için iki deve vermiş. Sonra bakmış ki, bir deve artık kalıyor.
Artık kalan kendi devesini geri alan adam, evine doğru yürürken, "Hikmetinden sual olunmaz" diye tekrarlayıp duruyormuş.

(yazarı bilinmiyor)

Satici Giremez

KAPIMIZA dikilen bir seyyar satıcı pek yapışkandı. "Mallarımın arasında mutlaka hoşunuza gidecek birşey bulacaksınız. Fırçalarım, kaşıklarım, kağıtlarım, defterlerim, kalemlerim var" diyordu.
Ben ise:
"Bizde de ihtiyacımıza yetecek kadar var" diye cevap veriyordum.
Adam sonunda çantasından bir yığın tabela çıkardı:
"Şu halde hiç olmazsa bunlardan bir tane alın."
Şöyle bir göz attıktan sonra, içlerinden birini satın aldım. Daha doğrusu, almak zorunda kaldım. Üzerinde:
"SEYYAR SATICILARIN GİRMESİ YASAKTIR" yazılıydı.

(Şigeko Nişimori)

Katiri Niye Getirdik

BİR fabrika müdürünün arabası tenha bir yolda arızalanmıştı. Müdürün acil bir toplantı için şehre gitmesi gerekiyordu. Yakında bulunan bir dağ köyüne yürüyerek gitti. Köydeki biricik vasıta bir katır arabasıydı. Katırcı da şehre gitmek üzereydi.
Katırcı, müdürü şehre götürmeyi kabul etti. Fakat yola çıkmadan önce şunları söyledi:
"Bak, sana baştan söylemiş olayım. Yollar çok bozuk. Ben katırım Cici'ye acele ettiremem. Yıllardır bana hizmet ediyor. Ona iyi bakmalıyım."
Yola çıktılar.
Bir süre taşı bir yolda çalkalana çalkalana ilerledikten sonra, arabacı durup ileriyi gösterdi:
"Önümüzde tepe var" dedi. "Bu yol Cici için çok dik. Sen arabadan in ve bu tepeye çık!"
Müdür:
"Başa gelen çekilir!" diyerek, arabanın yanında yürüye yürüye tepeyi tırmandı. Biraz gittikten sonra, arabacı gene durup:
"Bir tepeye daha geldik" dedi ve ilave etti:
"Bu sefer sen arabada dur, ben inip yürüyeceğim."
Biraz sonra arabacı bir başka tepeyi gösterip:
"Bu diğerlerinden çok daha diktir, bu sefer ikimiz de inip yürümeliyiz. Zaten Cici de çok yoruldu" dedi.
Sonunda yürüye yürüye şehre vardılar. Müdür cüzdanını çıkarıp arabacıya parayı öderken şunu söyledi:
"Ben şehre gelmeye mecburdum. Sende mecburdun; pazara gidicektin. Bütün bunlar güzel ama, şunu bana söylesene: Cici'yi niye beraberimizde getirdik?"

(yazarı bilinmiyor)

Dogum Gunu Pastasi

KÜÇÜK BİR pastahanenin sahibi, gelen müşteriye:
"Buyrun efendim!" dedi.
Müşteri:
"Adım Albert" dedi. "Doğum günüm için A şeklinde bir pasta istiyorum."
"Peki efendim" dedi pastacı. "A şeklindeki pastanız Pazartesi sabahı hazır olur."
Pazartesi günü pastacı gururla A şeklindeki pastayı getirdi.
Müşteri:
"Ama siz bunu büyük A yapmışsınız. Halbuki ben küçük a istemiştim" diye sızlanmaya başladı.
Pastacı pastayı tekrar yapacağına söz verdi.
Üç gün sonra adam yine geldi.
"Evet görüyorum ki şekil doğru, ama üstündeki şeker kaplama yeşil olmuş. Ben pembe istemiştim" dedi.
Pastacı müthiş derecede sabırlı davrandı, kızmadı, bağırmadı ve yeni bir pasta yapmaya söz verdi.
Üç gün sonra, pasta hazırdı.
"Buyrun efendim!" dedi pastacı. "Birbuçuk kiloluk, pembe şekerli, küçük a şeklinde bir doğum günü pastası!"
Müşteri pastaya hayran hayran baktı:
"Harika olmuş" dedi. "Tam istediğim gibi. Tebrikler!"
Dükkan sahibi rahatladı:
"Paketliyorum öyleyse?"
"Yok" dedi müşteri, "zahmet etmeyin. Burada yerim."

(yazarı bilinmiyor)

1 Ekim 2007 Pazartesi

Dorduncu Cocuk

ONİKİ yıldır evli bulunan üç çocuklu bir karı-koca, birdenbire ayrılmaya karar vermişlerdi. Mahkemede ikisi de, sevimli çocuklarının tamamına sahip çıkmaya kalkıştılar.
Hakim ikisini de ayrı ayrı dinledikten sonra Hazreti Süleyman'ın adaletini hatırlatan bir karara vardı:
"Görüyorum ki, ikiniz de çocuklarınızı seviyorsunuz" dedi. "Ama üç tane olduklarına göre, onları aranızda nasıl adil bir şekilde taksim edebilirim? İyisi mi, evinize dönün, bir çocuğunuz daha olsun; o zaman işinizin icabına bakarım."
Bir sene kadar sonra, bu hakim mutlu çiftin dördüncü çocuğunun isim babası olmaya davet edildi.

(yazarı bilinmiyor)

Test Surusu

DELİCE bir hızla yol alan bir araba, tüyler ürpertici bir fren sesiyle hastanenin kapısının önünde durdu. Genç bir adam heyecan içinde aşağıya atladı ve bir solukta döner kapıdan içeriye daldı.
Kapıcı:
"Ne oluyor?" diye seslenince:
"Karımın çocuğu olacak," dedi.
"Öyleyse onu içeri taşısanıza."
Hala nefes nefese olan genç adam:
"Bebek önümüzdeki ay dünyaya geliyor" dedi.
"Ben, buraya ne kadar çabuk gelebileceğimizi test etmek için geldim."

(yazarı bilinmiyor)

Mark Twain'in Cinligi

MARK TWAİN'in canı o gün çok sıkılmıştı. Devlet dairelerinden birinde yüksek bir mevkide görev yapan bir yakın arkadaşı, başkanın değişmesi sonucu, siyasi görüşleri farklı olduğu için görevinden alınmak üzereydi.
Mark Twain o akşam oturup Başkan'ın kızına şu mektubu yazdı:
"Sayın bayan! Ben devlet büyüklerinden bir istekte bulunmayı asla istemem. Fakat sadece siyasi görüşü farklı olduğu için, tanıdığım en iyi memurlardan biri olan arkadaşımı yerinden atmakla haksızlık edilebileceğine dair sizi uyarmak amacıyla bu samimi mektubu yazmakta bir mahzur görmüyorum."
Ünlü yazar, daha sonra arkadaşının parlak geçmişini anlattı ve mektubunu şöyle bitirdi:
"Ben başkan'a bir mesaj gönderemem, fakat siz kendisiyle görüştüğünüz ilk fırsatta arkadaşımdan bahseder ve iyi çalışan memurlarına böyle hareket eden bir hükümet hakkında neler düşündüğümü anlatırsanız memnun olurum."
Birkaç hafta sonra Mark Twain, ABD Başkanından kendi el yazısıyla şöyle bir mektup aldı:
"Kızım, mektubunuzun alındığını size bildirmemi rica eder ve Başkan'a mektubu okutma cesaretinde bulunduğunu bildirir. Başkan da verdiği bilgi için Bay Mark Twain'e teşekkür eder ve arkadaşınızın görevinden alınmayacağını bilmenizi ister."
Cevabı neden kızının değil de, bizzat Başkan'ın yazdığını merak ediyorsanız, söyleyelim. Kızı o sıralarda bir yaşını daha yeni doldurmuştu da ondan...

(yazarı bilinmiyor)

Insaallah'in Yeri

EVVEL zaman içinde adamın biri eşek almak için çarşıya gidiyordu. Yolda bir arkadaşıyla karşılaştı. Arkadaşı nereye gittiğini sorunca:
"Eşek almak için çarşıya gidiyorum" diye cevap verdi.
Arkadaşı:
"İnşaallah, de!" diye uyardı.
Adam:
"Canım, şimdi inşaallah'ın yeri değil" diye karşılık verdi. "Altınlar cebimde, eşekler de çarşıda."
Adam çarşıda satın almak üzere eşek ararken paraları çalındı. Üzgün, eli boş halde dönerken, yolda aynı arkadaşıyla karşılaştı.
Arkadaşı:
"Ne yaptın?" diye sorunca da:
"Paralar çalındı inşaallah!" diye cevap verdi.
Bunun üzerine arkadaşı şu cevabı verdi:
"Şimdi inşaallah'ın yeri değil!"

(yazarı bilinmiyor)

Islik

GECE TRENİYLE yolculuk yapıyordum. Yataklı vagonda zayıf, yaşlıca, kibar tavırlı bir yol arkadaşım vardı. Kendimi takdim ettim. Adam da kendisini tanıttı, felsefe doktoru olduğunu söyledi. İsmi aklımda kalmadı. Yatmak için yukarı tırmandım. Yukarıdaki yatak benimdi.
Dedim ki:
"Sayın doktor, meseleyi şimdi söyleyeyim de sonunda bir tatsızlık olmasın. Ben, gece biraz horlarım. Eğer siz hafifçe bir ıslık çalarsanız ben derhan uyanır, öte tarafa dönerim ve horlamam da geçer."
O:
"Zararı yok, merak etmeyin" dedi.
Her zaman olduğu gibi yataklı vagonda çok güzel uyudum ve ineceğim yere yarım saat kala uyandım. Yatağımdan indiğim zaman yol arkadaşımın çıkmış olduğunu gördüm. Yatağı bomboştu. Giyindim ve koridora çıktım. Orada da yoktu.
Yataklı vagon memurunu gördüm. Ona sordum:
"Acaba alt tarafımda yatan bey nerede kaldı?"
Memur:
"Ha, o mu?" dedi. "Onun pek aklı başında olmasa gerek. Sabaha kadar ıslık çalarak yataklı vagonda kimseyi uyutmadı. Bunun için yolda onu trenden indirdik!"

(Hasse Zetterström)

 
Müzik indir | Film indir |